‘Savaş generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir’

Yazıyı Linkedin'de görüntülemek ve haftalık yayınlanan bültenimize abone olmak için tıklayın.

Fransa’nın nüktedan başbakanı George Clemenceau’ya ait bu söz, bugünlerde karşı karşıya olduğumuz ve anlamakta güçlük çektiğimiz bazı muammaları çözmek için ‘zihin açıcı’ bir anahtar işlevi görebilir belki.

Bazen meşguliyetinize öyle bir gömülürsünüz ki, işinizi iyi ve doğru yapmanın tek ölçütü mesleğinizin gerekleri veya uzmanlığınızın icapları oluverir. Görevinizi yapmaya çalışırken bir yandan da etrafınıza bakmayı, olan bitenleri takip etmeyi, işinizi de içinde icra ettiğiniz toplumsal ortamdaki tansiyonu ve o tansiyondaki değişimleri dikkate almayı ihmal edersiniz.

No alt text provided for this image

George Clemenceau

AĞACA BAKMAKTAN ORMANI GÖREMEMEK

Savaş söz konusu olduğunda, ‘ağaca konsantre olup ormanı gözden kaçırma’ diyebileceğimiz bu mental miyopluğun en iyi örneklerinden birini, II. Dünya Savaşının muzaffer komutanlarının başında yer alan George Patton sergilemiştir. ABD’nin savaşa dahil olmasının ardından önce Kuzey Afrika’da, ardından İtalya’da cephede görevlendirilen, buralarda büyük başarılara imza atan, ancak özellikle Sicilya’da bulunduğu sırada emrindeki askerlere kötü davrandığı için kızağa çekilen, daha sonra Normandiya çıkarmasının ardından müttefik orduları Almanları Avrupa’da geriletme konusunda yeterince başarılı olamayınca yeniden göreve çağrılan ve özellikle zırhlı taarruz konusundaki kurmay becerileriyle savaşın seyrini değiştiren Patton, öyle etkili bir komuta performansı gösteriyor ve emrindeki birlikleri öyle hızlı hareket ettiriyordu ki, akaryakıt ikmali yapması gereken destek birlikleri geride kalıyor, Patton onların yetişmesi için arada durup beklemek durumunda kalıyordu. Kısacası, harp sahasında adeta ‘metal bir fırtına’ estiriyordu ve bu performansını Berlin düşürülene kadar devam ettirdi.

Patton, bu nihai zaferden sonra, en çok Rusların kendisiyle aynı anda Doğu tarafından Berlin’e girmiş olmasına hayıflanıyordu. Tek derdi, zaferini onlarla paylaşmak zorunda kalması da değildi üstelik. Aynı zamanda şedit bir anti-komünistti ve Nazileri yenmek için Sovyetlerle işbirliği yapılmasını kerhen kabullenmişti. Patton için onlarla müttefik olmak, zül mertebesinde bir mecburiyetti yalnızca.

No alt text provided for this image

George Patton

Nitekim Hitler intihar edip Nazi tehlikesi ortadan kalkınca Patton, bu sefer kızılları gözüne kestirdi. Sovyet ordusunun ilerleyişini Elbe nehri kıyısında durdurdu ancak bununla yetinmek istemiyordu. Hazır Nazi kötülüğü sona erdirilmişken, elde kalan Alman ordusunu da yedeğine alıp Sovyetleri işgal etmeye girişmekten söz ediyordu.

Onu durduran, Müttefik Orduları Başkomutanı Dwight Eisenhower oldu. Dünya büyük bir felaketi yeni atlatmıştı, bir ikincisi medeniyetin sonunu bile getirebilirdi çünkü.

Eisenhower’da olup Patton’da olmayan şey, tam da Clemenceau’nun bahsettiği o büyük resmi görebilme kabiliyetiydi. Eisenhower’ın savaştan sonra ABD başkanı olmasını sağlayan bir neden de, bu siyasi ve diplomatik kalibresiydi muhtemelen.

No alt text provided for this image

Dwight Eisenhower

AKIL AKILDAN ÜSTÜNDÜR

Savaş da dahil olmak üzere her konuda işini iyi yapmanın ön koşulu, uzmanlık gereklerini yerine getirmek, o işi daha iyi yapmanın koşulu ise, içinde işimizi de yaptığımız genel atmosferin farkında olmak ve onun gereklerini yerine getirmektir. Bunu başarabilmek için de, yalnızca kendi ‘üstün’ aklımızla hareket etmeyip başka akıllara da alan açmak gerekir.

Clemenceau’nun sözü esasen, iş yaparken böyle bir ‘çoğul’ veya ‘ortak’ akla verilmesi gereken önemin altını çizer. “Ben görevimi en iyi şekilde yapıyorum nasılsa, o da bana yeter” demek, birçok vakada görüldüğü üzere, başınıza olmadık işler açabilir.

Bu mesleki körlük (veya belki de ‘rahatlık’), yaptığınız ve yapmaya devam ettiğiniz hataları görmenize de engel olur çoğu kez. Bir yerden sonra ‘bu iş başka türlü yapılmaz’ zehabına kapılmanıza sebep olur, böylece hatanın çapı ve temsil ettiğiniz kuruma verdiği zarar geri dönülmez noktalara varabilir.

Bu gerçekler, sadece savaş alanı için değil elbette, başka pek çok faaliyet alanı için de geçerli. İletişim gibi çoğu zaman savaş metaforları ile ifade edilen bir alan için ise fazlasıyla geçerli.

KRİZ YOKMUŞ GİBİ DAVRANMANIN MALİYETLERİ

Geçen haftaki yazımızı sonlandırırken, deprem gibi olağanüstü hallerde iletişimcilerinize her zamankinden daha çok kulak vermeniz gerektiğini ifade ederken, tam da buna işaret etmeye çalışıyorduk. Böyle zamanlar, iletişim ile ilgili pek çok risk potansiyelini beraberinde getirir. Bu gerçeği göz ardı edip her şeyi olağan zamanlardaki gibi, başka bir deyişle hiçbir şey olmamış gibi sürdürmeye devam ederseniz, kendinizi bir anda bir kriz fırtınasının ortasında bulabilirsiniz. Kriz yokmuş, her şey yolundaymış gibi davranmak da sizi kurtarmaz. Öyle davrandığınız takdirde tekil bir krizin, zincirleme krizlere dönüşmesi de kuvvetle muhtemeldir.

No alt text provided for this image

İletişimciler, işte tam da böyle zamanlarda işe yarar. Size, olan bitenlere ve yaptıklarınıza ‘dışardan bir gözle bakma’ imkanı sunarlar.

İyi bir iletişimci öncelikle, hizmet verdiği markanın yöneticileri ile aynı bakış açısına gömülmemekle mükelleftir. Bunun için de, gündemi izlemekle yetinmemeli, genel atmosferi ve elbette zamanın ruhunu hesaba katmalı ve -rahatınızı ne kadar bozarsa bozsun- bunu size ‘olduğu gibi’ yansıtmalıdır. Size hiç itiraz etmeyen, yalnızca yürüttüğünüz işi takdir eden, geliştirdiğiniz söylemleri medya ve kamuoyuna yansıtmakla iktifa eden, size dışardan bir bakış sunamayan bir iletişimci, size hizmet vermiyor, hatta büyük bir kötülük yapıyordur.

KARAR KAPASİTESİ DÜŞÜNCE…

Kriz zamanları iş ve iletişim yükünün arttığı, yanıtlanması gereken soruların çoğaldığı, karar kapasitesinin ister istemez düştüğü zamanlardır. Böyle zamanlarda dediğim dedikçilik yapmak, alternatif bakış açılarından yararlanmayı reddetmek, ‘en doğrusu budur’ diye burnunun dikine gitmek, sonunda burnunuzun fena halde sürtünmesiyle sonuçlanır ki, muhtemelen bu karşılaşacağınız en hafif netice olacaktır.

Kriz demek biraz da gündemin ortasına yerleşmek demektir. Büyük küçük, haklı haksız, ünlü ünsüz, seviyeli seviyesiz pek çok tepkiyle karşılaşmanız neredeyse mukadderdir. Asabiyetin zirvede olduğu böyle zamanlarda şova şovla yanıt vermek, yüreğini soğutmak için ağzına geleni söylemek, deyim yerindeyse gündemin ve sataşmaların iğvasına kapılmak, yönetici olarak kendinize ve kurumunuza yapacağınız en büyük kötülük olacaktır. Bu tavrınızı sürdürmeniz ise, aşama aşama kamuoyunu kaybetmenize ve nihayetinde çok önem verdiğiniz işinizi de yapamaz duruma gelmenize sebebiyet verecektir.

No alt text provided for this image

Krizler ve olağanüstü haller, sakin olmanız, yumruklarınızı sıksanız bile havaya kaldırıp bağırmamanız, söylenmesi gerekenin söylenmesi gerektiği gibi ifade edilmesi için işin erbabına güvenmeniz gereken zamanlardır. Böyle zamanlarda iletişimin ve daha önemlisi yönetişimin parolası, suhulet ve teenni olmalıdır. Öbür türlü davranmak, duygularınızı aklınızın önüne koşmak, herkesin harcıdır ve bu istikamette yürüyenlerin başına neler geldiği, ‘ibret vakaları’ kayıtlarında mevcuttur.

Krizler ve olağanüstü haller, aynı zamanda, gerektiğinde yapılan yanlış veya yanlışları kabul etme ve gerekeni yerine getirme zamanlarıdır. Hata yaptığınız halde ‘Ne olmuş canım? İşimizi yapıyoruz işte! Bizi rahat bırakın’ diyerek hiçbir sorumluluk ve inisiyatif almadan yola devam etmek, daha doğrusu devam edebileceğini zannetmek, kamuoyunu yatıştırmak bir yana, size ve kurumunuza yönelik reaksiyonları alevlendirmekten başka işe yaramaz.

Durum sayısız tecrübeyle bu kadar sabit iken aklı başında hiçbir yönetici böyle bir çılgınlığa kalkışmaz. Veya en azından kalkışmamalıdır.

Akıl bunu emrediyor, aksini ise men ediyor!

No alt text provided for this image